Ana Sayfa Blog

Sultan III. Selim Döneminin Sonu ve Boğaziçindeki Sessizlik

0

Sultan III. Selim döneminde yaşanan kanlı isyanlar, yalnızca Osmanlı’nın siyasi hayatında değil, Boğaziçi’nin kültürel yaşamında da derin izler bırakmıştır. Bu dönemde Boğaziçi’nin meşhur mehtap âlemleri, kısa bir süreliğine de olsa duraklamıştır. Ancak bu zarif eğlenceler hiçbir zaman unutulmamış, İstanbul halkının hafızasında yerini korumuştur.

Sultan II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasıyla birlikte, devlet içindeki karışıklıklara rağmen Boğaziçi yeniden canlanmıştır. Savaşların gölgesinde bile halk, Boğaz sularında ay ışığı altında eğlenmeye devam etmiştir. Bu gelenek, Sultan Abdülmecid devrinde de aynı canlılıkla sürmüştür Boğaziçinde Mehtap Âlemleri.

Cevdet Paşa’nın Kaleminden Boğaziçi

Tarihçi Cevdet Paşa, Sultan Abdülhamid’e sunduğu “Mârûzât” adlı eserinde, Abdülmecid döneminin Boğaziçi manzarasını şu sözlerle anlatır:

“O zamanlar Boğaziçi, adeta cennetten bir köşe gibiydi. Özellikle mehtaplı gecelerde deniz yüzeyi kayıklarla dolup taşar, sanki bir tablo gibi görünürdü. En güzel mehtap manzaraları ise Bebek ve Büyükdere koylarında seyredilirdi. Halk, gümüş servileri andıran ay ışığını izlemek için kimi zaman Büyükdere’ye gider, kimi zaman Bebek sahillerine inerdi. Bu manzaralar şairlere ilham verir, ‘gümüş servi’ mazmunuyla birçok güzel şiir yazılırdı.”

Cevdet Paşa, eserinde kendisinden de söz eder:

“Doğruları söylemek gerekirse, ben genellikle resmi yazılarla meşguldüm; ancak İstanbul’da böylesine güzel rüzgârlar estikçe, ben de bu zevke tamamen kayıtsız kalamadım. Şairliği bir kenara bırakmış olmama rağmen, mehtaplı gecelerde gümüş servi üzerine şiirler yazarak, mehtapçılara ve şair dostlarıma katıldım Guided Turkey Tours.”

II. Abdülhamid Döneminde Mehtap Âlemleri

Boğaziçi mehtap âlemlerinin son parlak dönemi, Sultan II. Abdülhamid devrine rastlar. Bu dönemde düzenlenen eğlenceler, hem zarafet hem de sükûnet bakımından öncekilerden farklı bir karakter taşır. Ancak o yılların anıları, sonradan yazılan bazı yazılarda abartılı, yapmacık ve süslü ifadelerle anlatılmıştır.

Buna rağmen, bu çağın en zarif ve doğru tanıklıklarından biri, edebiyatımızın önemli ismi Abdülhak Şinasi Hisar’a aittir. Onun “Boğaziçi Mehtapları” adlı eseri, bu gelenekleri en güzel şekilde yansıtır. Adeta İstanbul Ansiklopedisi’nin bir devamı niteliğindedir; Boğaziçi’nin geçmişteki ruhunu, zarafetini ve duygusal derinliğini anlatır.

Boğaziçinde Mehtap Âlemleri

0

Boğaziçi, sadece İstanbul’un değil, bütün Osmanlı kültürünün en zarif eğlence mekânlarından biriydi. Ay ışığı altında parlayan suları, yemyeşil korularıyla birleşince, geceyi adeta büyülü bir tabloya dönüştürürdü. Rivayete göre, bu kadar güzel bir manzara altında insanlar uyuyamaz, ayın ışığı onları uykudan alıkoyardı. Boğaz sularında ayın gümüş yansımasıyla birlikte, Kanlıca ve İstinye gibi yerlerde bülbüllerin gece boyunca süren ötüşleri duyulurdu. Bu kuşların nağmeleri, yüzyıllar boyunca kayıklarda oturanlar tarafından hayranlıkla dinlenmiştir. Doğanın bu büyüleyici güzelliği karşısında insanlar da sessiz kalmamış; şiirleriyle, müzikleriyle ve sevgilileriyle Boğaz’a ayrı bir ruh katmışlardır.

Lâle Devri’nden 19. Yüzyıla Uzanan Zevk ve Safa

Boğaziçi’nde mehtap âlemleri en parlak dönemini 19. yüzyılda yaşamıştır. Ancak bu geleneğin temelleri daha eskiye, 18. yüzyılın ilk yarısındaki Lâle Devri’ne kadar uzanır. O yıllarda Boğaz kıyılarına “Şerefâbâd”, “Feyzâbâd”, “Hümâyunâbâd” gibi zarif isimler verilen köşkler yapılmış, bu mekânlarda sabahlara kadar süren sohbetler, müzikli eğlenceler düzenlenmiştir. Geceler gündüzlere eklenmiş, İstanbul’un seçkinleri kadar halk da bu neşeye ortak olmuştur Guided Tours Turkey.

Boğaziçi, sadece bir doğal güzellik değil, aynı zamanda İstanbul’un sosyokültürel hayatının da kalbiydi. Mehtaplı gecelerde sazlar çalınır, şiirler okunur, dostluklar pekişirdi.

Cevdet Paşa’nın Kaleminden Sultan Selim Dönemi

Ünlü tarihçi Cevdet Paşa, “Tarih-i Cevdet” adlı eserinin sekizinci cildinde, Hicri 1222 (Miladi 1807) yılı olaylarını anlatırken Sultan III. Selim döneminin eğlence anlayışını şöyle tasvir eder:

Sultan Selim, yaradılış itibarıyla ince ruhlu, sanat ve dost meclislerine düşkün bir hükümdardı. Çevresindekiler de onu eğlenceye, sohbetlere ve gezintilere teşvik ederlerdi. Halk da bu neşeli yaşam tarzına katılınca, İstanbul’un seyrü sefaları artmış, Boğaziçi kayıklarla dolmuştur.

Geceleri yapılan mehtap gezintileri, Sultan I. Ahmed zamanındaki meşhur “çırağan eğlenceleri”ni bile geride bırakmıştı. Sultan Selim’in şiire, yazıya ve özellikle musikiye olan ilgisi sayesinde dönemin şairleri ve bestekârları büyük ilgi görmüş, sanat gelişmiştir.

Rusya seferinin sona ermesinden sonra birkaç yıl boyunca İstanbul, Kâğıthane, Boğaziçi ve Çamlıca halkla dolup taşmış; herkes kederden uzak, korkusuz bir şekilde eğlenmiştir. Askerler bile bu neşeli âlemlere katılmış, toplumun hemen her kesimi Boğaz’ın o eşsiz mehtap gecelerinde bir araya gelmiştir.

Boğaziçi Gecelerinin Zarafeti

O dönemlerde yaz geceleri, hanendeler (şarkıcılar) ve sazendeler (çalgıcılar) kayıklara alınır, ay ışığı altında gezintiler yapılırdı. Bu eğlenceler o kadar düzenli ve zarifti ki, hiçbir zabit (görevli) bu seyrin keyfini bozacak bir müdahalede bulunmazdı Boğaziçinde Kayık ve Sandal Kültürü.

Boğaziçi mehtap âlemleri, İstanbul’un en güzel, en huzurlu dönemlerinden birini temsil eder. Hatta Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “riyâdan uzak, samimi dervişler ve bilge kişiler bile” bu neşeye dayanamaz, kayıklarda yapılan bu zarif eğlencelere katılırlardı.

Boğaziçinde Kayık ve Sandal Kültürü

0

Boğaziçi, yüzyıllar boyunca sadece İstanbul’un değil, tüm Osmanlı coğrafyasının en zarif ve hareketli bölgelerinden biri olmuştur. Bu güzelliğin en canlı unsurlarından biri de kayık ve sandallardır. Boğaz sularında süzülen kayıklar; piyade, yağlı piyade, pazar kayığı, dalyan kayığı, balıkçı kayığı veya balıkçı sandalına kadar çeşitli türlerdeydi. Her biri belirli bir amaca hizmet ederdi. Piyadeler genellikle ulaşım için kullanılırken, dalyan ve balıkçı kayıkları geçim aracıdır. Bu tekneler, Boğaziçi’nin hem ekonomik hem de kültürel yaşamının ayrılmaz bir parçasıydı Sultan III. Selim Döneminin Sonu ve Boğaziçindeki Sessizlik.

“Boğaziçi’nde Kavga Var!” Deyimi

“Boğaziçi’nde kavga var” ifadesi, halk arasında neşeli sofralarda kullanılan eski bir deyimdir. Hüseyin Kâzım Bey, “Büyük Türk Lügati” adlı eserinde bu sözün “yemek yemek” anlamında kinayeli bir şekilde kullanıldığını belirtir. Ancak bu ifade her ortamda değil, özellikle keyifli kalabalık sofralarda, mesirelerde veya büyük aile yemeklerinde söylenirdi City Tours Istanbul.

Bir paşanın yalısında verdiği zengin bir ziyafet sırasında, gülümseyerek, “Devlet işlerini bir kenara bırakalım efendim, şimdi Boğaziçi’nde kavga var!” demesi, bu deyimin nükteli ve zarif bir kullanımına örnektir.

Boğaziçi’nin Hayırlı Satıcıları

Bir zamanlar Boğaziçi’nin iki kıyısı boyunca, yalıların önünden geçen kayıklı seyyar satıcılar görülürdü. 20. yüzyılın başlarına kadar bu gelenek devam etmiş, özellikle manav kayıkları büyük ilgi görmüştür. Bu satıcılar, kayıklarını meyve ve sebzelerle doldurur, yalıların pencerelerinin hemen önünden geçerken mallarını bağırarak satarlardı.

Satıcıların sesleniş tarzı, şehir içindeki manavların ses tonuna benzerdi. Kayıklı satıcılar sadece manavlarla sınırlı değildi; Rum tuhafiye satıcıları da kayıklarına birkaç top basma, pazen veya patiska koyar, “Metaksas!” diye seslenerek mallarını tanıtırdı.

Bu satıcıların çoğunun belirli müşterileri olurdu. Sipariş üzerine mal getirir, hatta veresiye satış yaparlardı. Böylece yalı halkının küçük ihtiyaçlar için İstanbul’a gitmesine gerek kalmazdı. Bu hizmet, Boğaziçi yaşamının zarif ve pratik yönlerinden birini oluştururdu.

Boğaziçi’nde Gece Âlemleri

İstanbul’un geçmişinde unutulmaz bir yere sahip olan “Boğaziçi âlemleri”, özellikle 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında en parlak dönemini yaşamıştır. İtalya ve Balkan Savaşları öncesi dönemde, şehir halkı ekonomik kaygılardan uzak, huzurlu bir refah içindeydi.

Yaz geceleri ay ışığı altında, sazlı-sözlü eğlenceler düzenlenir; dost grupları kayıklara binerek Boğaz’ın serin sularında dolaşırdı. Kimi zaman bu geziler, bir mahbub veya sevgiliyle baş başa geçirilen romantik anlara da sahne olurdu. Yalıların ışıkları suya vurur, koruların gölgeleriyle birleşerek benzersiz bir manzara oluştururdu.

Bu âlemler, İstanbul’un zarafetinin ve Boğaziçi’nin eşsiz güzelliğinin bir sembolüydü.

İmparator Justinianos ve Nika Ayaklanması

0

İmparator Justinianos, 527 yılında Doğu Roma (Bizans) tahtına geçtikten sonra, Konstantinopolis’te çeşitli sosyal ve siyasi karışıklıklar yaşanmıştır. Bu dönemde halk arasında siyasi ayrımcılıklar belirginleşmiş, bu da büyük bir halk hareketine zemin hazırlamıştır. 532 yılında çıkan Nika Ayaklanması, halkın yöneticilere karşı duyduğu öfkenin açık bir göstergesi olmuştur.

İsyan sırasında sarayı terk etmeyi düşünen Justinianos, eşi Theodora’nın cesurca uyarısı ile kararından vazgeçmiş ve tahtta kalmaya devam etmiştir. Bu kararlılığı sayesinde isyan bastırılmış ve imparatorluk güçlü bir şekilde yoluna devam etmiştir Fetihten Önce Konstantinopolis.

İmar Faaliyetleri ve Ayasofya’nın Yeniden İnşası

Justinianos’un en önemli icraatlarından biri, imparatorluk genelinde başlattığı geniş kapsamlı imar faaliyetleri olmuştur. Hem şehirleri güzelleştirmiş hem de halkın güvenini yeniden kazanmıştır. Dönemin tarihçisi Prokopios, bu çalışmaları Yapılar adlı altı kitapçıkta toplamıştır. Bu kitapçıkların ilk bölümü, Konstantinopolis ve çevresindeki yapıları kapsamaktadır.

Nika Ayaklanması sırasında büyük zarar gören, Konstantinopolis’in sembol yapısı Megale Ekklesia (Büyük Kilise) yani bugünkü adıyla Ayasofya, Iustinianos döneminde baştan sona yeniden inşa edilmiştir. Ayasofya, Roma’nın anıtsal mimarisi ile Helen dünyasının teknik bilgisinin birleşimi sonucu ortaya çıkan, Hristiyan dünyasının en büyük mimari başarılarından biri sayılmıştır Customized Sofia City Tours.

Ayrıca Aya İrini Kilisesi’nin onarımı, Augustaion Meydanı’ndaki Iustinianos’un bronzdan yapılmış atlı heykeli ve birçok kamu yapısı da bu dönemin eserlerindendir. Tüm bu yapılar, Bizans’ın görkemini ve dini gücünü yansıtmıştır.

Felaketler Dönemi Veba, Depremler ve Savaşlar

yüzyılın sonlarına doğru Bizans İmparatorluğu, veba salgınları, depremler ve savaşlarla zor bir döneme girmiştir. Bu olaylar sadece halkı etkilemekle kalmamış, aynı zamanda imparatorluğun mali gücünü de sarsmıştır. Sasani Persler ile yapılan savaşlar, Konstantinopolis’in surlarına kadar gelen tehditlerle sonuçlanmıştır.

Bu zorlu dönemde Arap akınları da başlamıştır. Araplar, Bizans’ın zayıflamasından yararlanarak Yakın Doğu’da hızla ilerlemiş ve bu bölgelerde Hristiyan nüfusu etkileyerek dini yapıyı da etkilemiştir.

İkonoklazma Dönemi (726–842)

Bu dönemin bir başka önemli olayı da İkonoklazma (resim kırıcılık) hareketidir. 726 yılında başlayan bu dini tartışmalar, 842’ye kadar sürmüştür. İkonoklazma döneminde, özellikle kiliselerde yer alan figürlü dini resimler (ikonalar) yasaklanmış, bu görüntüler kazınmış ya da tamamen yok edilmiştir. Taşınabilir ikonalar ve dini yazmalar da bu dönemde yakılmıştır.

Bu dönemde sanatta figür yerine haç motifi, geometrik desenler, hayvan ve bitki motifleri kullanılmaya başlanmıştır. Örnek olarak, Aya İrini Kilisesi’nin apsisinde yer alan mozaik haç, bu anlayışın en dikkat çekici uygulamalarından biridir.

Justinianos dönemi, hem siyasi hem mimari hem de dini açıdan Doğu Roma İmparatorluğu’nun dönüm noktalarından biri olmuştur. Nika Ayaklanması gibi büyük tehditler karşısında alınan cesur kararlar, önemli yapılarla güçlendirilen kent dokusu ve uzun süren dini tartışmalar, Bizans’ın tarihine damga vurmuştur. Ayasofya ve Aya İrini gibi yapılar ise bugün hâlâ bu büyük mirasın en güçlü sembolleridir.

Fetihten Önce Konstantinopolis

0

15. Yüzyılda Batılı Gezginlerin Gözüyle

Fetih öncesi İstanbul, yani o dönemdeki adıyla Konstantinopolis, Batılı gezginlerin anlatımlarında hem ihtişamıyla hem de yıpranmış yapısıyla dikkat çekmiştir. Bu kent, yüzyıllar boyunca önemli bir medeniyet merkezi olarak varlığını sürdürmüş ve farklı dönemlerin izlerini bünyesinde barındırmıştır.

Byzantion’dan Konstantinopolis’e

İstanbul’un ilk çekirdeği olan Bizantion kenti, antik dönemde Hellen (Yunan) şehirlerinden biri olarak kurulmuştur. Zamanla Roma etkisi altına giren Bizantion, Roma İmparatoru I. Konstantinos (Büyük Konstantin) tarafından M.S. 330 yılında görkemli bir törenle Roma İmparatorluğu’nun ikinci başkenti ilan edilmiştir. Bu yeni başkente başlangıçta Nea Roma (Yeni Roma) denilmişse de, daha sonra imparatorun adına ithafen Konstantinopolis ismini almıştır Sightseeing Tours Ephesus.

Coğrafi Konumu ve Kozmopolit Yapısı

Konstantinopolis, Karadeniz ile Akdeniz’i birleştiren deniz yollarının tam kavşağında bulunuyordu. Aynı zamanda Avrupa ile Asya arasında kara bağlantısı kuran stratejik bir noktadaydı. Bu özel konumu sayesinde ticaret, kültür ve dinler açısından tam anlamıyla bir kesişme noktası haline gelmişti.

Kent, Helenistik dönemin estetik anlayışı, Roma’nın hukuk ve yönetim gelenekleri, Hıristiyanlığın mistik havası, Anadolu’nun kültürel mirası ve Yakın Doğu’nun etkileri ile yoğrulmuştu. Bu özellikleri sayesinde, Konstantinopolis uzun süre boyunca “Kentlerin Kraliçesi” olarak anılmıştır Akşemseddin’in Katkıları ve Eserlerin İnşası.

Doğu Roma’nın Başkenti ve Savunma Yapıları

Roma İmparatorluğu ikiye bölündükten sonra, Konstantinopolis Doğu Roma İmparatorluğu’nun (daha sonra tarihçiler tarafından Bizans İmparatorluğu olarak adlandırılmıştır) başkenti olarak önemini sürdürmüştür. Kentin savunması için yapılan Theodosius Surları, İmparator II. Theodosios döneminde (408–450) tamamlanmıştır. Bu surlar, 1453 yılına kadar yani Osmanlı’nın fethine kadar şehri başarıyla korumuştur.

Kentin Yapısı ve Yerleşim Özellikleri

yüzyılın sonlarına doğru Konstantinopolis’in tıpkı Roma gibi on dört idari bölgeye ayrıldığı, Latince belgelerden anlaşılmaktadır. Ancak surlarla çevrili bu geniş alanın tamamı sık yerleşimli değildi. Özellikle dış mahallelerde yerleşim seyrektir. Bazı bölgelerde sadece birkaç manastır olduğu, şehir merkezinden uzak alanların henüz tam anlamıyla imar edilmediği bilinmektedir.

Fetihten önceki Konstantinopolis, hem görkemiyle hem de zamanla yıpranmış yapılarıyla Batılı gezginlerin dikkatini çeken bir şehirdi. Gerek coğrafi konumu, gerekse kültürel çeşitliliğiyle Doğu’nun en önemli kentlerinden biri olmuş, uzun yıllar boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bu kadim şehir, İstanbul’un bugünkü kimliğinin oluşmasında da temel bir rol oynamıştır.

Akşemseddin’in Katkıları ve Eserlerin İnşası

0

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethinden sonra inşa ettirdiği türbe, cami, medrese, han, hamam, imaret ve sultan çarşısı gibi önemli yapıların yapılmasında en büyük etken, büyük veli Akşemseddin olmuştur. Bu büyük mutasavvıfın önerisiyle, İstanbul’un ruhani iklimini güçlendirmek için bazı kutsal mekânlar ziyaret edilerek dua edilmiş, ardından bu ziyaretlerin yapıldığı yerlere hayır yapıları inşa edilmiştir. Bu yapılar hem dini hem sosyal hayata hizmet etmiş, Osmanlı’nın İstanbul’daki ilk büyük yapılaşmalarına öncülük etmiştir İmparator Justinianos ve Nika Ayaklanması.

Ziyaret Edilen Manevi Büyükler

Fethin ardından İstanbul’da ziyaret edilen bazı önemli zatlar şunlardır:

Yâvedûd Sultan, Aya Dede, Horosî Dede, Şeyh Şemseddin Ahmed ibn İsmail Molla Güranî, Mevlânâ Mehmed bin İbrahim bin Hasan Niksarî, Hz. Vefa, Şeyh Veli Efendi, Ramazan Efendi, Molla Fenarî, Şeyh Abdurrahman bin Hüsameddin, Fukaralar sultanı Şeyh Muslihiddin ibn Hz. Şeyh Vefa

Bu zatlar, İstanbul’un fethinden sonra halkın ve devlet adamlarının sık sık ziyaret ettiği manevi şahsiyetlerdir. Dualarla anılan bu kişiler, şehirde manevi bir bağın güçlenmesine vesile olmuşlardır Ephesus Tours.

Evliyâ Çelebi ve Seyahatnâmesi

Evliyâ Çelebi, Osmanlı coğrafyasını dolaşarak yazdığı Seyahatnâme adlı eseriyle tanınır. Eserinde Fatih Sultan Mehmed’den sıkça bahseder. Aynı konuyu farklı bölümlerde, farklı ifadelerle anlattığı olur. Bu durum, onun anlatım tarzının bir özelliği olarak kabul edilir.

Ancak bazı yerlerde sayılarda ve tarihlerde tutarsızlıklar göze çarpmaktadır. Bu tutarsızlıkların büyük kısmı yazım hatalarından veya kopyalama sırasında oluşan yanlışlıklardan kaynaklanmaktadır.

Gerçeğe Yakın Bilgiler ve Evliyâ Çelebi’nin Değeri

Evliyâ Çelebi hakkında geçmişte yapılan bazı değerlendirmelerde, onun hayal ürünü bilgiler verdiği öne sürülmüştür. Ancak günümüzde yapılan daha detaylı ve akademik araştırmalar, onun verdiği bilgilerin büyük oranda gerçeğe yakın olduğunu ortaya koymaktadır. Onu hayalperest olarak gören bazı araştırmacılar bile, onun yazdığı yerleri ziyaret edip karşılaştırmalı incelemeler yaptıklarında, anlatımlarının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Özellikle İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütülmesi gibi tarihi olaylarla ilgili anlattığı detaylar, bugün hâlâ araştırılmaktadır. Bu bilgilerin doğruluğu, Evliyâ Çelebi’nin sadece bir gezgin değil, aynı zamanda güvenilir bir tarih anlatıcısı olduğunu göstermektedir.

Evliyâ Çelebi, Osmanlı tarihi ve kültürü açısından önemli bir kaynaktır. Onun anlatımları bazen abartılı gibi görünse de, içinde yaşadığı dönemin ruhunu ve gerçeklerini aktarmada çok değerlidir. İstanbul’un fethi gibi büyük olaylarda verdiği bilgiler, hem tarihi hem kültürel miras açısından kıymetlidir. Akşemseddin’in rehberliğinde yapılan yapılar ise bugün hâlâ ayakta duran Osmanlı’nın ilk izlerindendir.

Bahçesaray’da Rönesans Etkisi Fatih Portresinin Mimari İzleri

0

Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmed’i resmettiği ünlü portresinde kullanılan mimari kompozisyon, yalnızca İstanbul ve Venedik’te değil, çok uzak coğrafyalarda da etkisini göstermiştir. Bu etkilerden biri, 16. yüzyılın başlarında Kırım’da inşa edilen Bahçesaray Sarayı’nda görülmektedir.

Demir Kapı ve Fatih Portresine Benzerlik

Fatih portresindeki mimari çerçevenin neredeyse birebir benzeri, Kırım Hanlığı’nın başkenti Bahçesaray’da bulunan sarayın girişindeki “Demir Kapı” adlı yapıda karşımıza çıkar. Bu kapı, I. Mengli Giray Han (1478-1515) döneminde yaptırılmıştır. Kapının mimari tasarımında Gentile Bellini’nin Fatih portresinden esinlenildiği düşünülmektedir Rönesans Dönemi Venedik Mimarisi ve Fatih Portresine Yansımaları.

Kapının mimarının, Aloisio Nuovo (ya da Alevisio Novy / Alevis Novy, 1494-1551) olduğu kabul edilmektedir. Nuovo, I. Mengli Giray Han tarafından Kırım’a davet edilmiş ve bu önemli yapıyı inşa etmiştir. Sanat tarihçileri, Mengli Giray’ın Bellini’nin Fatih portresini gördüğünü ve bu görkemli tasarımı sarayının simgesel giriş kapısında kullanmak istemiş olabileceğini ileri sürmektedir.

Fatih’in Bakışı ve Saray Temsili

Tarihçi Maria Pia Pedani, Bellini’nin Fatih portresinde kullandığı mimari çerçevenin Osmanlı saray mimarisini yansıttığını belirtmiştir. Ona göre Fatih, bu çerçevenin içinden “Enderun” denilen sarayın özel bölümünden dışarı bakmaktadır. Bahçesaray’daki benzer mimari düzenlemenin de aynı anlama geldiği, yani hükümdarın iç mekândan yönetimi simgeleyen bir bakış açısıyla dışarıya baktığı yorumunu güçlendirdiği düşünülmektedir tour guide istanbul.

Moskova’da da Aynı İz Aloisio Nuovo’nun Yolculuğu

Bahçesaray’daki bu başarılı çalışmanın ardından Aloisio Nuovo, mimari dehasıyla dikkat çekmiş ve Rusya’ya davet edilmiştir. Sanat tarihçisi Andrea Spiriti, Nuovo’nun Kırım’daki çalışmalarının ardından Moskova’ya çağrıldığını ve orada önemli bir yapı olan Başmelek Mikail Kilisesi’ni inşa ettiğini aktarır.

Bu kilisenin portalinde (ana girişinde) de yine Bellini’nin Fatih portresinde kullandığı yarım daire kemer, sütun ve rozet gibi mimari öğelere benzer unsurlar görülür. Bu benzerlik, hem Bellini’nin kompozisyonunun hem de Venedik Rönesansı mimarisinin ne denli etkili ve yaygın olduğunu gösterir.

Venedik Rönesansı’nın Üç Farklı Coğrafyada Yansıması

Gentile Bellini’nin Fatih portresindeki mimari tasarım, zaman içinde yalnızca bir resim öğesi olmaktan çıkmış, farklı coğrafyalarda mimari bir motif olarak yeniden yorumlanmıştır. Bu motif:

İstanbul’da Fatih’in portresinde, Kırım’da Bahçesaray Sarayı’nın Demir Kapısı’nda, Moskova’da Başmelek Mikail Kilisesi’nin portalinde karşımıza çıkmaktadır.

Bu durum, Bellini’nin sadece bir ressam değil, aynı zamanda mimari sembollerin taşıyıcısı olarak da değerlendirilebileceğini ortaya koyar. Bellini’nin sanatı, politik gücü ve mimariyi buluşturan evrensel bir dil yaratmıştır.

Rönesans Dönemi Venedik Mimarisi ve Fatih Portresine Yansımaları

0

Fatih Sultan Mehmed’in Gentile Bellini tarafından yapılan portresinde kullanılan mimari kompozisyon, yalnızca sanatsal bir tercih değil, aynı zamanda Venedik Rönesansı’nın önemli mimari anlayışlarıyla da yakından ilişkilidir. Bu kompozisyonun benzerleri, dönemin Venedik yapılarında sıklıkla karşımıza çıkar.

Mauro Codussi ve Scuola Grande di San Marco

Venedik’in önde gelen mimarlarından Mauro Codussi, Scuola Grande di San Marco’nun (bugünkü Ospedale) cephesinde de Fatih portresindeki mimari öğelere benzer bir anlayış kullanmıştır. Bu cephede görülen kare kesitli sütunlar, Roma mimarisinden esinlenen bir gelenek olarak dikkat çeker. Özellikle Verona’daki Roma dönemi yapılarının etkisi burada hissedilir customized istanbul city tour.

Ayrıca, Venedik’teki Pilastri Acritani sütunlarının varlığı ve şehrin önemli noktalarındaki konumları da bu mimari anlayışın yayılmasında etkili olmuştur. Kare kesitli sütunların sadece mimari değil, aynı zamanda sembolik anlamlar taşıdığı da düşünülebilir. Bu sütunlar, hem görkem hem de güç temsili olarak algılanır.

Santa Maria della Visitazione ve Cephenin Dili

Venedik’in bir diğer dikkat çekici yapısı olan Santa Maria della Visitazione Kilisesi (Zattere), yine bu mimari anlayışa örnek teşkil eder. Kilisenin cephesi, kare kesitli sütunlar ve kemerli açıklıklarla inşa edilmiştir. Bu mimari düzenleme, tüm cepheye hâkim olacak şekilde düşünülmüş ve estetik bir bütünlük sağlanmıştır. Böylece mimari, yalnızca bir fonksiyon değil, görsel ve simgesel bir anlatı aracı hâline gelmiştir Fatih Portresindeki Kemerin Venedik’teki İzleri.

Fatih Portresindeki Kompozisyonun Venedik Dışındaki Etkileri

Gentile Bellini’nin Fatih portresinde kullandığı mimari düzenlemelerin etkisi sadece İtalya ile sınırlı kalmamıştır. Aynı kompozisyonun farklı coğrafyalarda da benimsendiği ve yorumlandığı görülmektedir. Bu bağlamda en dikkat çekici örneklerden biri, Moskova’daki mimari gelişmelerdir.

Çar III. İvan ve Moskova Rönesansı

Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmed nasıl bir Rönesans hamisi olarak tanımlanıyorsa, aynı şekilde Çar III. İvan da (1462-1505) Rus Rönesansı’nın öncülerinden sayılır. III. İvan, dönemin önemli mimarlarından biri olan Floransalı Rudolfo Fioravanti’yi, Lombardiya’dan Moskova’ya davet etmiştir. Bu davet, Rus mimarisi için adeta bir dönüm noktası olmuştur.

Fioravanti’nin Moskova’da inşa ettiği en önemli eserlerden biri, Dormition Katedrali’dir. Bu yapı, Moskova’nın “Üçüncü Roma” olarak görülme idealinin bir simgesi hâline gelmiştir. Dormition Katedrali’nin cephe düzeni ve mimari dili, Batı Rönesansı’nın doğuya nasıl taşındığını gösteren önemli bir örnektir.

Fatih Portresindeki Kemerin Venedik’teki İzleri

0

Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmed’i resmettiği portrede kullandığı mimari kompozisyon, yalnızca sanatsal bir tercih değil; aynı zamanda Venedik’teki mimari eğilimlerle doğrudan ilişkilidir. Özellikle portredeki kemer biçimi, Venedik’te Erken Rönesans dönemine ait bazı yapılarda da görülmektedir. Bu benzerlik, Bellini’nin dönemin mimari dünyasıyla ne kadar içli dışlı olduğunu gösterir.

Pietro Lombardo ve San Giovanni Evangelista

Fatih portresinde yer alan kemer formunun izleri, Pietro Lombardo tarafından yapılan Scuola Grande San Giovanni Evangelista adlı yapının avlu girişinde karşımıza çıkar. Bu yapı, Venedik’in “scuola” adı verilen lonca benzeri kurumlarına ait erken dönem yapılardan biridir Bahçesaray’da Rönesans Etkisi Fatih Portresinin Mimari İzleri.

Buradaki kemer, yarım daire formunda, iki yanında rozetli volütler (sarmal süsler) yer alan bir kompozisyonla tamamlanır. Bu süslemeler ve kemer düzeni, Bellini’nin Fatih portresinde kullandığı mimari çerçevenin neredeyse aynısıdır. Özellikle kemerin iki yanına yerleştirilen akroter biçimindeki volütler, portredeki dekorasyonun birebir karşılığıdır.

Mauro Codussi ve San Zaccaria Kilisesi

Benzer bir mimari örnek de Mauro Codussi tarafından yenilenen San Zaccaria Kilisesi’nin cephesinde görülebilir. Bu kilise, Venedik’in en eski ibadethanelerinden biridir. Codussi’nin yaptığı düzenlemede, portredeki gibi kare kesitli sütunlara oturan yarım daire kemer açıkça seçilir customized tour istanbul.

Aynı kompozisyonun kilisenin cephesinde daha küçük ölçekte birkaç kez tekrarlandığı da dikkat çekicidir. Bu mimari uyum, Bellini’nin portresinde kullandığı yapının yalnızca sembolik değil, aynı zamanda dönemin mimari eğilimlerine uygun bir model olduğunu gösterir.

Bizans Bağlantısı Bilinçli Bir Seçim mi?

Bu benzerliği ilk kez ortaya koyan araştırmacı Oddone Longo olmuştur. Longo, San Zaccaria Kilisesi cephesi ile Fatih portresindeki mimari düzenlemeler arasındaki paralelliğe dikkat çekmiştir.

Tarihçi Maria Pia Pedani ise bu benzerliğin tesadüf olmadığını öne sürer. Ona göre, Bellini’nin bu kompozisyonu bilinçli olarak seçmiş olması muhtemeldir. Çünkü San Zaccaria Kilisesi’nin inşasında, Bizans İmparatoru V. Leon’un önemli bir rolü olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu kiliseye gönderme, Fatih’i Roma ve Bizans mirasının yeni sahibi olarak sunma amacını taşıyor olabilir.

Amanos Dağları Sosyo-Ekonomik Yapı

0

Amanos Dağları, Gaziantep, Osmaniye ve Hatay illerinin sınırları içinde yer almaktadır. 2003 yılında Ertan Karabıyık ve Özgür Çetinkaya tarafından hazırlanan WWF-Türkiye’nin “Amanos Dağları Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Yapı Ön Araştırma Raporu”na göre, bölgedeki şehir nüfusunun artış hızı Türkiye ortalamasının altındadır. Gençler ve toprak sahibi olmayanlar, iş imkanlarının daha fazla olduğu köy, ilçe ve illere göç etmekte; ancak köyden kente nüfus hareketliliği yoğun değildir. Hassa ve Erzin gibi ekonomik kısıtı olan ilçe köylerinden mevsimlik işçi olarak ova köylerine göç edilmektedir Amanos Dağları’nda Sivil Toplum ve Koruma Çalışmaları.​

Geçim Kaynakları

Amanoslar’ın kırsal kesiminde, doğal yapının elverdiği ölçüde, temel geçim kaynağı toprak ve ormancılığa dayalıdır. Bölgedeki arazilerin %54’ü ormanlık, %19’u tarım, %7’si ise çayır ve mera olarak değerlendirilmektedir. Bölgenin düz ve sulanabilir alanlarında narenciye, sebze ve zeytin üretimi yapılırken, diğer alanlarda tahıl üretimi gerçekleştirilmektedir. Narenciye üretimi ve zeytincilik öne çıkmaktadır.​

Hayvancılık ve Diğer Faaliyetler

Orman içi açıklıklardan oluşan kısıtlı mera alanlarında sınırlı koyun yetiştiriciliği yapılmaktadır. Amanoslar’ın doğu kesimindeki hayvancılık, bölgenin ürün talebini karşılamamaktadır. Arıcılık, kırsal kesimde geliştirilebilecek önemli faaliyetlerden biridir. Arıcılık faaliyetlerinin desteklenmesi amacıyla İlçe Tarım Müdürlükleri tarafından projeler uygulanmaktadır. Amanos ormanlarında odun üretiminin yanı sıra defne, kekik, ıhlamur, kantaron gibi bitkiler de beslenme, şifa ve ticaret amacıyla toplanmaktadır. Antakya çevresinde yaklaşık 1000 yıllık geçmişe sahip ipek üreticiliği, I. Dünya Savaşı’ndan sonra suni ipekçiliğin gelişmesi ve 1930’lu yıllardan sonra dut ağacı sayısının azalmasıyla gerilemiştir. Ancak son yıllarda Antakya’nın Harbiye beldesinde ipekçilik yeniden canlanmaktadır. Amanoslar’da yaylacılık kültürü günümüze kadar gelmiştir. Sadece dağ köylerinden değil, ovadakilerden ve az da olsa il ve ilçe merkezlerinden de yaylalara çıkılmaktadır. Yaylacılık, hayvansal üretimin yanı sıra yazın serin ikliminden yararlanmak amacıyla da yapılmaktadır istanbul walking tour.​

Doğa Koruma ve Çalışmalar

Çevre Kuruluşlarının Faaliyetleri

Amanos Dağları’nın doğal yapısının zengin ve önemli olması nedeniyle, her geçen gün doğa korumacı sivil toplum kuruluşlarının sayısı ve çalışmaları artmaktadır. WWF-Türkiye’nin “Dünyaya Armağanlar” projesi çerçevesinde 2003-2004 yıllarında milli park önerisi için altyapı çalışmaları yapılmıştır. Bu süreçte, Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü uzmanları, vakfın girişimiyle Amanos Dağları’nın milli park olması yönünde bir ön çalışma gerçekleştirmiştir. WWF-Türkiye, Çevre ve Orman Bakanlığı ve TEMA Vakfı işbirliğiyle bu çalışmalar sürdürülmektedir.​

Endemik Türler ve Biyolojik Çeşitlilik

Amanos Dağları, 100’den fazla endemik bitki türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bu bitkiler arasında Amanos Lalesi (Tulipa amana), Osmaniye Adaçayı (Salvia osmaniensis), Amanos Orkidesi (Ophrys amanensis) ve Nur Dağı Kekik (Thymus nurdaghensis) gibi türler bulunmaktadır. Bu bitkiler, tıbbi kullanımları, ekoturizm potansiyelleri ve biyolojik çeşitliliğin korunması açısından büyük önem taşımaktadır. Bölgedeki endemik bitkiler, kaçak toplama, iklim değişikliği ve ormansızlaşma gibi tehditlerle karşı karşıyadır. Bu nedenle, tohum bankası projeleri ve yerel halkın bilinçlendirilmesi gibi koruma çabaları yürütülmektedir. ​

Karşılaşılan Sorunlar ve Öneriler

Çevresel Baskılar ve Tehditler

Amanos Dağları’nda orman kaynaklarının yoğun kullanımı, yaz aylarında dağların doğu kesiminde yükseklerde görülen aşırı otlatma, yaylaların yerleşim alanlarına dönüştürülmesi sonucu artan nüfus baskısı, yapılaşma ve betonlaşma, altyapı hizmetlerinin getirilmesi, uygun olmayan tarımsal kullanım, kontrolsüz ve bilinçsiz avcılık, bazı nadir bitki türlerinin aşırı toplanması, su kaynaklarının tahrip edilmesi, plansız olarak gerçekleştirilen yol açım çalışmaları gibi etkinlikler, nadir doğal türleri ve yaşam alanlarını tehdit etmektedir.